23 Aralık 2011 Cuma

TOL - Bir İntikam Romanı

2008 yılıydı, kardeşim çok güzel bir roman diyip verdiğinde. Okumak istediklerim, yazarı bilmemem ertelememe neden oldu. 2011'e imiş kısmet.

 TOL, bir intikam romanı yazarının deyimiyle. "Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi" diye başlayan roman insanı çabucak bir hızla sarıyor. Hızla sardığından belki kurgu karmaşasını bırakıp çıkamıyorsunuz, sarıldınız artık... Gene yazarın betimlemesiyle bir fermuar çeker gibi giden trenin İstanbul'dan Diyarbakır'a yolculuğunca sürüyor roman.

Kitabı muhteşem bulanlar çoğunlukta. Ben o sınıfta değilim. Sadece güzel buldum. Ama Har'ı da okuma hevesi yaratmadı bende. Aralardaki öyküler çok güzel. Kimi kelime oyunları, kimi betimlemeler de.

Artık devir değişti diyenlere:
Zaman değişir mi? Zaman neden değişsin? ... Zaman hep değişir zaten bize ne? (S.250).

21 Aralık 2011 Çarşamba

Yaban Kızlar

Durup durup 2011'de ilk kez ve ikinci kez Ursula K. Le Guin okumam mı fantastik bir yıl geçirdim demem için yeterli olur yoksa biri 28 aylıkken diğer çocuğumu doğurup yılın geri kalanını öyle geçirmem mi?

Boşuna usta yazar olunmuyor. Kısacık bir öyküyle bir diyar, bir toplum, bir kabul, bir öfke, bir sızı usta olmadan anlatılamaz sanırım. Algan Sezgintüredi'nin katkılarını da göz ardı etmemek gerek elbette.
Taçlar, Kökler ve Topraklardan oluşan bir toplumda geçen öykü, üç tane de önemli (öyle diyorlar) ödül almış.

Öykü sonrasında yazarın kitap okurluğunu, kitap yayıncılığını değerlendirdiği  "Okurken Uyanık Kalmak" diye bölüm var. En az öykü kadar etkileyici.  Ve şiirler ve yazarla bir söyleşi...

Kitabın adı Yaban Kızlar olmasına rağmen öykü başlığı kitap içi sayfalarda vahşi kızlar olarak geçiyor. Öyküdeki kızlar yaban, asla vahşi değiller.

Yazarı daha çok okuyanların mutlaka daha diyecekleri vardır, ama ben 2011 sonlarında okuduğum kitapla boş umutlar da olsa 2012 sonrasında toplumsal katmanlar olmasın, kimseler mezarsız kalmasın diyorum.

24 Kasım 2011 Perşembe

Yeni Kitaplarım

İdefix siparişim ulaştı. Biraza daha bekleyip sanal kitap fuarından alsam oldukça karlı çıkacakmışım ama Mülkten Ülkeye'ye bir an önce kavuşmak istedim.

10 Kasım 2011 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Aramızdaki En Kısa Mesafe

Ben küçük ve kaliteli şeyleri çok seviyorum. Misal bir fincan türk kahvesi. Ama iyisinden... Az şekerli, su ve kahve birbirlerine harmanlanıp türk kahvesi olmuş.
Annem kotarıyor bence en iyi bu işi.
Malzemeden kaçmıyor, kahve paketlerinin bitiş hızı inanılmaz. Çalaateş değil, usuuuul usuuul pişiyor kahve ocakta.
Az şekerli olacak ki, sunulan şeyin tadını alacaksınız, diliniz boyanmayacak.
İllaki yanına bir tane portakal reçeli, has tadı aldıktan sonra şenlendirmek isterseniz dili diye.
Dili şenlendiren insanları bir ayrı seviyorum ben. Özenli insanları... Biraz da hüzünlü insanları...
İllaki kahve içerken gelir konu dedeme, annemin babasına. Ona pişirdiği kahveler ve onun  övgüleri. Onları anmak için de çokça kahve pişirir annem. Ruhları şenlensin uzak diyarlarda diye.

Ben Barış Bıçakçı'yı annemin kahvesi gibi sevdim. Hacimleri küçük kitapların. Nesir ama değil, şiir sanki. Nasıl bir gözlem gücü, nasıl bir anlatım, nasıl bir dili şenlendirme, nasıl bir hüzün, nasıl bir özen, göz boyamadan, çalakalem değil demlene demlene.
Bıçakçı da  yazdıkça  birilerinin ruhu şenleniyor uzak diyarlarda.
Ankara'yı da ayrıca hiç bu kadar sevmemiştim. Sizli haliyle biraz kendini sevdiren şehir büyüledi beni aralardan sızışlarla.

18 Ekim 2011 Salı

Muz Sesleri

Hayatımızın rutinlerinden olan pek çok şeye ilişkin detayları bilmeyiz çoğu zaman. Zeytin.  Ben Egeliyim. Bahçelerdeki zeytin ağaçlarına çok soruluşunu duymuşumdur, yeşil zeytin ağacı mı, siyah zeytin ağacı mı diye.
Keza benim bayıldığım bir meyvedir muz. Annem önüne muz arkasına muhallebi koyarak tamamlamış katı gıdaya geçişimi. Eskilerde çok pahalı olduğunu bilirim de, çuk çuk çuk diye kırıla kırıla olgunlaştığını bilmezdim muzların. Ta ki, Ece Temelkuran'ın Muz Seslerini okuyana kadar.

Elimdeki kitaplar bitmişken annemin kitaplığında buldum. Aaaa, sen bunu okumuş muydun şaşkınlığıyla. Daha önce okuyamayanlar, benin Temelkuran ön yargım nedeniyle ilk çıktığında çok da ilgilenmemiştim kitapla. Ama okuyacak başka şey olmayınca başladım bakalım nasılmış diyerek. Güzelmiş. Roman kurgusu zayıf olsa da, zaten kelime cambazı olduğunu bildiğim Ece, burada da döktürmüş. Hele ki Beyrut'u anlattığı bölüm, kitap elime geçse defalarca okurum defalarca.

Babasının kıbbesine yazdığı mektup bölümleri bilhassa daha keyifli geldi bana. Aradaki gözümüze gözümüze soktuğu mesajlardan arınsa, yazar hedeflediği siyasi roman konusunda daha başarılı olabilir yargısındayım.

Aşina olduğumuz Ortadoğu da, ne sesler çıkara çıkara olgunlaşıyar da farkında değiliz aslında...

Ağustos 2011 - Dikili.

11 Ekim 2011 Salı

Sevdalım Hayat

Birkaç sene önce kardeşimle annem ve babamın öğretmenler gününü kutlamak için göndermiştik. Ben heves etmiştim onlardan sonra okumaya, lakin araya birşeyler girdi hep. Bu yaz yazlıktan kışlığa minik gezimiz sırasında işte zamanı dedim. Her  zaman çok seviyorum biyografi okumayı. Bu sefer sevdiğim şarkıların oluşum hikayelerini de öğrendim bir yaşamın dehlizleri arasında. Romanlarından daha iyiydi sanki yaşam öyküsü yazarlığı Livaneli'nin. Yer Demir Gök Bakır'ın çekim öyküsünü anlattığı satırlardan sonra filmi tekrar izlemek, Karlı Kayın Orman'ının bestelendiği İsveç ormanlarında yürüyüş sonrası filtre kahve içmek ve de kimseciklerin sürgünlerde olmaması istekleriyle iyi ki de okumuşum dedim.
Herkesin sevdalısı olsun hayat...
2011-Ağustos-Balıkesir

12 Eylül 2011 Pazartesi

Serenad

Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim derler. Ama yakın arkadaşı Yaşar Kemal olan bir insanın daha iyi bir roman yazarı olmasını beklemek gerekmez mi bu durumda;) Romancılığını çok iyi bulmadığım ama pek çok romanını da okuduğum bir yazar Livaneli (Benim nazarımda çok güzel şarkıları var, ordan da kendisinin kuvvetli hatrı). Livaneli'nin son romanını komşumuzun elinde görünce, iki çocukla çok derinlikli şeyler okuma zamanı ve isteği bulamayınca okumaya karar verdim. Akıp giden bir roman, okurken de edebi değerde de. Serenad, Maya'nın gözünden bize yahudi soykırımıyla çerçevelenen bir aşkı anlatıyor. Mavi Alay, Struma gemisi trajedisi, Schubert'in Serenadı gibi pek çok bilgi romana ustaca yayılsa da, pek çok kere de yazar, ben ne de bilgiliyim satırları çarpmış gözümüze. İbni Haldun'un Coğrafya Kaderdir sözünü sayesinde öğrenmem ve keyifli okuma zamanları bu kitabın bende bıraktıkları arasında. 2011 - Dikili - Temmuz.

18 Ağustos 2011 Perşembe

İsim Şehir Hayvan

Baktım gördüm tez ilerlemiyor iki çocukla aralıklarla okuyabileceğim bir şey ne iyi olur diye düşündüm. Komşu teyzeme dedim kitabın bitince gene bana verir misin? Ara ara köşe yazılarını okuduğum Yılmaz Özdil'in kitabımı aldım elimi sıram gelince.

Bana Yılmaz Özdil deseniz, kıvrak dil ve araştırmacılık derim. Röportajında okumuştum, Hürriyet arşivinden faydalanıyormuş. Onu burdan, şunu şurdan alıp birleştirip öyle bir derliyor ki, öyle sürprizlerle çıkıyor ki karşımıza bir tek kader ağlarını örerken yarışabilir onun bu yeteneğiyle.

Bekir Coşkun yok Yılmaz Özdil verelim denebilir dar alanda muhteşem paslaşmalar isteyen okurlara.

Kalemine sağlık ne diyelim usta.


Velev ki mont!

Gümüş yüzüğünü sağ eline takarak Müslüman olduğunu zanneden polislerimiz tarafından… Tekmelene tekmelene burnu kırılan üniversite öğrencisinin adı ne?


Miraç.

*

Kandilde dünyaya gelmiş çünkü.

*

Namazında niyazında babaanne istemiş, evlatlagelin kırmamış, Miraç konmuş torununadı.

*

Anne, ev kadını. Baba, ilkokul mezunu, maden işçisiydi. Zonguldak’ta… Üç kuruş maaşla, hem toprağın yüzlerce metre altından kömür çıkardı, hem de pırıl pırıl üç evlat… Üçüne deüniversite okuttu; büyük oğlan Sakarya Üniversitesi’nde otomotivi bitirdi, büyük kız GaziÜniversitesi moda tasarımından öğretmen çıktı, küçük oğlan endüstriyel teknoloji okuyor.

*

Babası maden işçisiydi diyorum, çünkü rahmetli oldu. Hastaydı, halsizdi hep… TürkiyeTaşkömürü Kurumu tarafından defalarca hastaneye gönderildi, her defasında “Turp gibisin” dendi… Turp gibi olmadığını biliyordu ama, emekliliğine günler kalmıştı, sıktı dişini… Emekli oldu, üç ay sonra kanserden gitti. Yıllardır yuttuğu kömür tozu akciğerlerinibitirmekle kalmamış, çoktan bütün vücudunu sarmıştı. Emekli maaşı henüz bağlanmadan, toprağa verildi. Eşi alıyor şimdi o maaşı, 400 küsur lira… Miraç o parayla okuyor,Ankara’da.

*

24 yaşındaki bu delikanlıyla konuştum dün telefonda… “Ağabey, sordun anlatayım ama, yazma bunları lütfen, kendimizi acındırıyormuş gibi olmayalım” dedi.

*

Burnu unufak…
Onuru granit gibi.

*

“Annen?” dedim.
“Ağlıyor” dedi.

*

“Analar ağlamasın hükümeti” okusun diye yazıyorum bunları.

*

Gazeteciliğe polis muhabiri olarak başladım, 26 senedir gördüğüm, takip ettiğim örgüt’ün haddi hesabı yok; kaba tabirle bi kulağımızın arkası kaldı… Bu çocuklar onlardan değil.

*

Sizin çocuklarınız.

*

Burnu kırılan sizsiniz.

*

Zaten o nedenle, hiçbirinin sabıka kaydı çıkmadı. O nedenle, hâkim tarafından “suç muçyok, polise mukavemet de yok” diye serbest bırakıldılar.

*

Peki dayak niye?

*

İşte onu da, bu memlekette eğitim bakanlığı yapan, AKP Genel Başkan Yardımcısısöyledi… “Bu işi meslek haline getirmiş öğrenciler var, bakın bunların giydiği montlar bile aynı” dedi!

*

Halbuki ne diyorlardı düne kadar… “Kılık kıyafeti yüzünden hiçbir öğrenci kapı dışarıedilemez, devlet kılık kıyafetle uğraşmaz, öğrencinin kılık kıyafetiyle uğraşmaya kimsenin hakkı yoktur, kabileler bile kılık kıyafet ayrımı yapmaz” demiyorlar mıydı?

*

E haliyle… Şimdi çıkıp, daha önce söylediğine benzer bi cümle kurmasını bekliyoruz sayınbaşbakanımızdan: “Velev ki, siyasi simge olarak mont giydiğini düşünün… Suç sayabilir misiniz? Özgürlükler noktasında, dünyanın hangi ülkesinde böyle bir suç var?”

27 Haziran 2011 Pazartesi

Küçük Prens

Komşumuzun elinde gördüm Küçük Prens'i. Ben hiç okumadım dedim (ben de okuyayım mıııı demek yerine). Kısa süre sonra kitabı bitirip bana getirdi. NE'yi derin uykulara daldırırken bitirdim. Kendi kendime çocuklarımın düş dünyalarını yıkmam umarım diyerek.

Kimselerin olmadığı gezegende kral küçük prensi yargıç yapmak istediğinde ama burada yargılayacak kimse yok ki diyor küçük prens, kral da kendini yargıla o zaman diye cevap veriyor ve ekliyor en zoru budur.

Eğer büyüklere, “güzel bir ev gördüm, kırmızı tuğlalı: pencerelerinden sardunyalar sarkıyor, damında ise kumrular var” derseniz, nasıl bir evden söz etmekte olduğunuzu bir türlü anlayamazlar. Ne zaman ki onlara, “yüz milyonluk bir ev gördüm” dersiniz, işte o zaman size, “oo, ne kadar güzel bir evmiş!” derler gözlerini koca koca açıp.
(s19-20).

İnsanın belli alışkanlıları olmalı. Alışkanlıklardır bir günü diğerinden, bir saati ötekinden farklı kılan (s.70).

Yazar kendi suluboya resimleriyle canlandırmış küçük prensini de.

Çocuk kitabı olarak bilinir, o bir şapka değil, fili yutmuş boa yılanı hiç unutmayın, çok büyümeyin olur mu? Böylelikle hep sizin kitabınız kalabilir küçük prens.

2011- Dikili - haziran..

28 Nisan 2011 Perşembe

Herkes herkesle dostmuş gibi...

Sevgili Arkadaşım, Saricizmeli'de bir yazımı okumuş ve yazım üzerine bana bu öykü kitabını hediye etmişti. Blogumun ilk ödülü de diyebiliriz. Yaz tatili sırasında başladım. Bulantılar, sıkıntılar derken tekrar başlayıp okumam ilk emzirme dönemlerime rastladı. Ursula'dan sonra Barış Bıçakçı'yla da tanıştırdı beni sevgili arkadaşım. Herkes herkesle dostmuş gibi bir Ankara gezintisi. Behzat Ç.'yi izlerken aman da burası neresi sorgulamam, tanıdık geliş, kitabı okurken de benim eşlikçimdi. Hoş anlatımla, güzel diliyle Bıçakçı bir öyküyü anlatıyor, öykü kahramanı diğer öyküye el veriyor. Kitabın son anlattığı öykü ilk öyküye el vererek, dön dolaş aynı şeyler yaşadıklarımız, çok sıradan ama bir o kadar da eşsiz dedirtiyor bana...

Başka kitaplarını merak ettiğim yazar olarak not alıyorum kenara kendilerini.

Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar...

Ursula K. Le Guin'in bu kitabından alıntıya Bir Dolap Kitap'ta rastlamış ve ilgimi çekmişti. Hemen Ursula'nın tarzına düşkün arkadaşımdan kitabı ödünç vermesini rica ettim. 12 denemeden oluşan kitapta, Ursula Teyzem kahvesini içiyormuş da, ben de oturmuşum dizinin kenarcığına dinliyormuşum etkisi vardı. Balıkçı kadının kızı da tam benim düştüğüm tarz. Arkadaşımla keşisim kümesinde de olsa Ursula'da buluşmak güzel... Denemedeki “Ya kitap ya bebek” ve okuma süremin hamileliğime denk gelmesi daha da sorgulattı (oturup yazabilme süremse kızımın 2. ayını doldurduğu bu güne denk geldi). İyi oldu da okudum, Ursula ile tanıştım.

16 Mart 2011 Çarşamba

Puslu Camın Arkasından

Sadun Aren'in anılarını anlattığı kitabı Puslu Camın Arkasından. Bu aralar anı kitapları okumak çok hoşuma gidiyor. Türk solunun efsane isminin anılarını okurken kendine ve soldaki gelişmelere eleştirel bakışı hoşuma gitti.

Aren bana çok değişik gelen bir anısını paylaşıyor. Kolhaza toprak devrini yapan Macarlar nedenini şöyle açıklıyorlar :" Biz Budapeşte'ye çok yakınız. Akşamları Budapeşte'ye sinemaya, tiyatroya gideriz. Eğer kendi toprağımız olursa ailecek gidemeyiz" (s.179). Her kuruşunu biriktirip mülk edinmeye çalışan bir kültürün içinden, bu yaklaşım oldukça farklı geliyor.

DİSK için kurulan araştırma merkezinde her pazartesi yapılan toplantılara çaycı kızı da dahil ediyor Aren. Bunu insana saygının gereği yaptığını, sonra üzerinde düşündüğünü dile getirip şöyle devam ediyor :"Bu acaba doğru muydu? Yani eşit olmayan insanlara eşit muamele yapmak doğru mu? Bence yanlış. Eşit olsun, gelsin oraya otursun. Dil bilen, üniversite bitirmiş insanların arasında oturmak belki görünüş itibari ile ilerici gibi ama özünde değil. Bunu sonradan anladım. Herkes birbirine eşittir demekle insanlar eşit olmaz. Eğer o insana gerçekten saygı duyuyorsanız onu eşit olacak biçimde eğitmek, ona katkıda bulunmak lazım. Ondan sonra gelsin o masaya otursun. Öbürü suni birşey oluyor. Üstelik sıkılıyor ve belki kendini aşağılanmış hissediyor" (s.262).

Ve kitabın sonu şöyle bitiyor. "Siz bugünkü dünya, bugünkü toplumumuz hakkında yeni bir şey düşünmek istiyorsanız yeni kavramlar bulmalısınız. Eski kavramlarla yeni birşey düşünemezsiniz." (s.326).

Mehmet Ali Aybar ile ters düşmesini, kendi gözünden Behice Boran'ı ve Aziz Nesin'i, Türkiye İşçi Partisini, tutuklanışlarını, olaylı 1 Mayıs'ı, eleştiriler de alan özelleştirmeye bakışını kendi hayat hikayesinin yanı sıra aktarıyor.

15 Mart 2011 Salı

Saç Saça Baş Başa Kadınlar Arası Rekabet



İmge Kitabevi'nin internet sitesinden sipariş verirken indirimlerde gördüğüm ve hiç fikir sahibi olmadan edindiğim bir kitap. İyi ki de edinmişim. Kadına ilişkin kitaplar olunca, hele bir de derinlemesine olunca, okumalara doyamıyorum ben. Gerçi 2010 da başladım okumaya, 2011'de sonlandırdım. Ama tadına ere ere okumuş oldum. Sorunun kaynağı, Sağlıklı rekabet, Randevu, İş, Annelik, Kadınlar birlikte çalıştığında konu başlıklarında bilimsel çalışmalarla ve edebiyat alanından örneklerle derinleştirerek irdeliyor yazar kadınlar arası rekabeti.

Kadınlar arası rekabeti incelerken 5. bölümü Anneliğe ayırmış yazar. Ne çok rekabet götürüyor bu alan değil mi? 2. bebeğimi beklerken okumak, acemi annelik anılarımı değerlendirmek, bu oyunlara bu sefer gelmeyeyim demek;)

Kadın, hayatı karmaşıklaştıkça kendi hayatını daha çok tartma ve başka kadınlarla karşılaştırmaya meyleder (s.23).

Anneler arasında doğru olanı yapma kaygısı hiç bu kadar artmamıştı. Ve ne yazık ki doğru olanı yapmanın yarattığı üstünlük duygusu belki de hiç bu kadar değersizleşmemişti(s.206).

Anneler birbirini yargılamakla uğraşırken, babalar babalığın günü gününe sorumluluğundan kaçar (s.217).

Rosener'in 1990 da Harward Review'da yayınlanan makalesinden bahsetmiş kitap. Yönetimde kadının izlediği yollar. Bu makaleyi de okumalı.

Ben pek sevdim kitabı.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Türk Modernleşmesinde Çocuk



Yaz başında Eskişehir iş yolculuğumda sonuna kadar yaklaştığım, sonra Pıtırcık'ın bulantıları ve yazın bunaltıları derken kenara koyduğum, yıl sonunda bitirdiğim kitap.

Daha önce de belirttiğim gibi akademik çalışmalardan hoşlanıyorum. Birinci bölümde laiklik üzerinden fazlaca didaktik ve tek bakış açısıyla yaptığı değerlendirmelerden zaman zaman daral gelse de, ikinci bölümdeki anılardaki çocukluk gönlümü fethetti. Günlük Yaşam ve Gelenekler, Çocuk Yetiştirme ve Eğitim, Oyun ve Eğlence Kültürü incelenirken Betül Mardin, Ataol Behramoğlu, İsmail Cem, Haldun Dormen, Bekir Coşkun ve daha pek çok ismin anılarıyla süsleniyor.

Yaklaşık 400 yıllık tarihiyle Eyüp oyuncaklarının köklü tarihini, Şivilik* oyununu, Anadolu'da kırsal yerlerde yaşayan Ermenilerin cezadan çok ödül yöntemini benimsediklerini, Osmanlı'da herkes herkesin çocuğundan sorumludur anlayışını, dayak kültürü üzerine atasözlerimizin zenginliğini, 1869 yılında çıkan ilk Osmanlı çocuk dergisinin adının Mümeyyiz olduğunu, İslam Dünyası'nda mezarlıkların doğal mekanlar olduğunu gezmeye ya da hava almaya gidilen yerler olduğunu, bebeğin ağzına tükürerek kötü ruhlardan korunmaya çalışıldığını, Dünya'nın ilk çocuk müzesinin 1899 yılında ABD'nin New York kentinde açıldığını ve daha neler neleri okudum bu kitapta.

Prof. Dr. Bekir Onur gelişim psikolojisi ve çocukluk tarihi ile koşut çocukluk modernleşmesini incelediği bu kitaptan sonra Türk Modernleşmesinde Anne diye bir kitapla devam etse ne hoş olurdu.

Şivilik : Hasat toplanmasının ardından çocukların ev ev gezip torbalarına leblebi, kuru kayısı vb. şeyler topladıkları oyun.

İmge, 371 sayfa.

2 Ocak 2011 Pazar

Çocuklarla Doğru İletişim

Anne İşte'den sonra okuduğum 2. Sabiha Paktuna Keskin kitabı. Çöp Çocuk beklemede. Anne İşte'yi de beğenmiştim, bu kitabını da beğendim.

TV izleme konusunda, bizim arkada akan görüntüleri yakalayamadığımızı anlık görüntüyü algıladığımızı, çocuklarınsa (yaş arttıkça azalarak) her görüntüyü kaydettiğini, bunun beyni iflasa götürebileceğini söylüyor(s.75).

Yenidoğan döneminde, her ağladığında ilgilenin, bu şımartmaz demekte (s.65). Annemin 40 gün bebeğe düzen oturtulmaz lafı hem gelenekte hem yenide ikisinin de yeri olduğunun göstergesi.

Yenidoğan bebeğin yorum yeteneği yoktur. Moro refleksi , Emme refleksi, Arama refleksi, Adım atma refleksi vardır (s.63). Acar Bey'de anne karnında müzik anneyi rahatlatıyorsa anne dinlesin, bebeğin beyin korteksi gelişmediği içni yorumlayamaz demişti. Ayrıca bizi suyun içinden duyduğunu (BBC'nin bir belgeselinde de izlemiştim), biz deniz dibinde neyi ne kadar duyabiliyorsak öyle duyduğunu ifade etmişti. Zaten yorumlayacak olsa kalp bağırsak gümbürtüsünden sıranın bizim seslerimize gelmeyeceğini söylemişti.

İlk yıl bebekleri emzirmeyi, emzirilmiyorsa yalancı memeyle emme duygusunun doyrulmasını öneriyor (s.61).

2. yaşta objeleri sembolleştirir ama duyguları yapamaz. Bu nedenle duygularını somut bir şekilde sarılıp öperek ya da ağğlayarak, ısırarak, tekmeleyerek ifade eder (s.78). Paylaşmaz, sağlıklı olan paylaşmamasıdır bu dönemde (s.80). İki çocuk paylaşmaya çalışırken hiçbir şekilde müdahale etmeyin önerisi var.

Mutlaka kardeşi olsun, 2. yaşta anneye bağlanma dönemi sona erdiğinden bebek düşünülmeye başlanabilir demekte.

Ezberlemek beynin özel faaliyetidir. Beynin başka hiçbir faaliyetinde böyle uzun süreli elektrik potansiyeli kullanılmaz.Ve kullanılan hafıza alanı beynin en önemli deşarjlarının ürettiği bölümdür. Bu nedenle epilepsinin en sık göründüğü alanlardandır(s.96). Çocuklara ezber yönlendirmesi yapıldığında tiklerin, hırçınlığın, depresyonun görülme sıklığı artmış. Ezbere bir kere daha hayır o zaman. (Heh he, hiç yeteneğim yok o yüzden kötü ezberlemek)

Bir kitap akademik çalışmalarla desteklendiğinde benim açımdan daha doyurucu oluyor. Her ne kadar Saba Tümer'de izlediğimde (programın başlarında) çok katı ve didaktik bulsam da Sabiha Hanım'ın kitaplarından aynı etkiyi almadığımı belirtmeliyim. Ayrıca yukarıda yazdığım ve kitapta okuduğum kimi bilgileri daha önce programlarda dinlemiştim. Böyle bir uzmanımız olduğu, bilgilerini halka iletmek için çabaladığı için şanslıyız.