27 Aralık 2010 Pazartesi

Pıtırcık



Renè Goscinny'nin kaleminde, Jean-Jacques Sempé'nin fırçasında hayat bulmuş Pıtırcık. Asterix ve Red Kit'le Renè tarafından kardeş.

Arkadaşları Lüplüp, Çarpım, Gümüş, Toraman, Sırım, Dırdır ile maceradan maceraya koşarken, karnımda Pıtırcık'la okumak istedim.

Çocuklarıma bir kütüphane oluşturmak istiyorum. Benim okuduğum onların kitapları olacak kitaplardan oluşan bir kütüphane. Pıtırcık da bu amaçla seçtiğim kitaplardan.
Bir çocuğun kaygıları, algılarıyla yazılmış bir kitap Pıtırcık.

UE, E.'yi anne karnında pek sevmektedir. Ama ona E.'nin annesi kim diye sorduğumda bana cevabı kim oldu. Onlar bambaşka algılarla, bazen yüzümüzde kocaman bir gülümseme bırakarak yaşıyorlar hayatı. Pıtırcıkı okuduklarında oldukça büyümüş olacaklar. O günlerde Pıtırcık'ı birlikte okumak, hem Pıtırcık'a hem onların miniklik anılarına beraberce gülmek dileğiyle...

25 Aralık 2010 Cumartesi

Aklımdaki Yılan

Yeliz'in mimi harekete geçirdi, bir kitap siparişi verdim. Bu sırada listemde olan Hatice Meryem'in Aklımdaki Yılan'ını da edindim. Daha önce Sinek Kadar Kocam Olsun Başında Bulunsun'u okumuştum. Devlet Tiyatroları'nda (Ankara) oyunlaştırıldı kitap. Geçen sene arkadaşıma doğumgünü hediyesi biletini almak istediğimde kapalı gişe oynadığını görmüştüm (bu sene durum nasıl bilmiyorum).

Aklımdaki Yılan İletişim Yayınları'ndan. Bir günde okuyup bitirdim.  Dili kullanımını çok sevdim kitabın. Ben kolay kolay hikaye okumayı sevmem, ama konu şu aralar çok benden olduğu için sanırım fena sardı. 8 anneyi anlatmış, Meryem. Keşke 16 olsaymış dedim.

Annelik meslektir toplumsal baskısını, kaliteli zaman, muhteşem anne dayatmasını, kızların annelerini çoğu zaman anlamamasını, anlamak için uğraşmamasını, annelerden kızlara geçen mirasları, doğuran mı annedir emek veren mi anlatmış.

Ben en çok doğurmak anne olmaya yeter mi, yoksa insanı emek mi anne yapar irdelemesini yaptığı Kadın Kadına Bir Hesaplaşma'yı beğendim. En çok da bu öyküde baktığı çocuğun annesine çocuğu arayıp sormuyor diye kızan kadının, baktığı kuşların annesi gelince onlara ben baktım büyüttüm şimdi neden geliyorsun gözlemi hoşuma gitti. Başımıza gelmeyen durumlar hakkında ne kadar da kolay konuşabiliyor, yargılayabiliyor, acımasızlaşabiliyoruz. Hem de yargıladığımız yönde tavır gördüğümüzde altüst olabiliyoruz.

Meryem bir söyleşisinde, "Anneliğin yüceltilmesini, hem bilinçli, hem de bilinçsiz olarak kadını köşeye sıkıştırmanın bir yöntemi olarak görüyorum." diyor. Ben de, ben de. Yücelt değer kat, sonra az ya da hiç sorumluluk al, değerler yücesi kadın atfedilen kutsallığına bakıp gıkını çıkaramasın. Akıllıca.

Gene aynı söyleşide ekliyor "Ben çocuklarımla ilgili bir anneyim ama ne onları boğacak kadar ne de onları kasacak kadar bir ilgi değil bu. Sürekli olarak dengeyi tutturmaya çalışıyorum. Mükemmel mi? Değil. Sıkıntılar yok mu? Bir sürü. Küçük oğlumu çok küçük yaşta kreşe verdim, çünkü kendimi geliştirmem için zamana ihtiyacım vardı. Evim pis olsun, dolapların arkası toz içinde kalsın, umurumda değil ama çocuğum böyle bir annenin çocuğu olduğunun farkında olarak büyüsün. Dolayısıyla mümkünse 13-14 yaşlarına geldiği zaman yemeğini kendisi dolaptan alsın. Aslında zaten birçok çalışan annenin çocuğu böyle yaşıyor. Bizde annelik, ev kadınlığı, çocuğun yüzde yüz hizmet ile mesul olduğu bir kuruma dönüşüyor. Bu kadın açısından da, çocuk açısından da tehlikeli." Köyden kente göçle tarladan kopup eve kapanan kadınlar için cillop evler, kolalı gömlekler, dört başı mamur sofralar ben çocuğuma kıymet verdimin göstergesiydi belki, lakin artık kadınların çocuklarının büyüdüğü dünyada (bilhassa kendi ülkem için) kadınların özgür olduğu, çalıştığı, kendini geliştirdiği, ürettiği bir ülkeyi çocuklarına sunmak için çaba (Hatice Meryem'inki gibi) benim için daha kıymetli. Dolabın arkasının değil sokağın ucunun temiz olmasını önemsiyorum. Haa, hem dolap arkası, hep sokak ötesi pırıl pırılsa ne ala. Ama bunu sağlayacak ve tükenmeyecek kadın azdır sanırım, en azından erkeğin ciddi omuz desteğine gereksinimi vardır. Gerçi bu kitapta erkekler hiç yok desem yeri. Kitap boyunca babalar ya yok, ya fena, ya flu. Aslında anneler ve babalarla öyküleri yazsa böylesi iyi gözlemci ve söz ustası bir yazar, tadından yenmez değil mi?


Kitabın öznesi genç annelerin hep oğulları var, anne kız ilişkisindeki annelerse hep çocuklarını büyütmüş olanlar. Yazarın da oğulları var herhalde diye düşündüm. Biri 22, diğeri 15 yaşında iki oğlu varmış.

"Hatice Meryem Aklımdaki Yılan’da yepyeni hikâyelerini edebiyatın ve mizahın kuvvetli tonuyla anlatıyor." diyor tanıtımda, mizah kısmı biraz iddialı ama edebiyat kısmına imzamı atıyorum.

Biraz okumak isteyenler için minik parça .

Eskiye bağlanmayan yeniyi tatsız, tuzsuz, kuru ve anlamsız bulduğum için (s.18).

Ne de olsa seyircisi tek, bileti bedave, gösterimi ömür boyu sürecek vasat bir oyunun yegane yıldızı olmaktı annelik (s.16).

Onu güldürmeye bayılıyordum (ben de UE'yi güldürmeye bayılıyorum:)) (s.23).

Şu annelik meselesini tutup mesleğe dönüştürüyordu pek çok kadın (s.27).

Anneler ve Kızları




Bizim bir Yaso'muz var. Bizi şımartmayı pek sever.

Yakın arkadaşımla bir hafta arayla gebeliklerimiz var. İkimizin de kızları olacak. Arkadaşımdaki buluşmada İlkim Öz'den Anneler ve Kızlarını hediye etti ikimize.

Kitap doğumdan evliliğe anne kız ilişkisini irdeliyor. Okunması kolay bir kitap. Ama sanırım zaman dilimini çok geniş seçtiği için derinlikli bir anlatım içermiyor. Fazla giriş seviyesinde. Ama kitabı okurken, kızımı ve evrelerimizi hayal etmek çok güzeldi. Tekrar tekrar teşekkürler Yasocum.

Bir ana kızın yaşantısındaki en önemli figürlerdendir teyzeler. Pıtırcık Yaso teyzesi olduğu için çok şanslı. Ben de senin gibi bir arkadaşım olduğu için.

Doğumgünün hiç internet aleminde kutlanmış mıydı? Bu da benim sana doğumgünü hediyem olsun;) Nice nice mutlu yaşlara.

UE, ben ve DE seni çok seviyoruuuz...

1 Aralık 2010 Çarşamba

Latife ve Halide'ler...

Saricizmeli okumuyor mu sandınız, okuyor da bir türlü iki satır notunu düşemiyor. Önce Latife konsept kitabo, sonra yaz tatilinde mide bulantıları arasında Halide romanı ve en son Halide biyografisi.

Eskişehri yol eylerken Latife'nin konsept kitabını okumuştum. Bir daha konsept kitap okunmaya demiştim.

Şimdi Halide'yi okudum gene İpek Çalışlar'ın kaleminden.

Latife, Halide ve İpek Çalışlar ne güzel kadınlarsınız siz. Latife donanımını bir erkek uğruna heba eden bir kadın olduğu için belki, kitabın konseptliğinden değil gönlümde diğer ikisi kadar yer edinemedi.

Yaz tatili sırasında Frances Kazan'dan Halide'nin romanını okumuştum. Sırlar alemine daldım dalıyorum derken roman bitmişti. Tam da kurtuluş şavaşı zamanı ve sonrası halideyi anlatacakken. Gerçi yazar bizi şöyle uyarmış internette gezinirken gördüğüm kadarıyla :"'romanı bir Halide Edip biyografisi gibi okumamaları konusunda uyaran Kazan, 20. yüzyılın eşiğinde büyük karmaşaların yaşandığı İstanbul'u anlatmak için Halide'nin en uygun kişi olduğu görüşünde".

Neyse ki İpek Çalışlar'ın Halide biyografisi romanın hayal kırıklığını aldı götürdü. O devirde bir kadın olarak çok işlerin üstesinden geliyor Halide. Bunda babasının onun eğitimine verdiği önemin katkısı büyük. Baba eleştirileri göze alıp kızını Amerikan Lisesine gönderecek kadar öngörülü ama iki eşli olacak kadar eskilerde.

Hocası Salih Zekiye hayranlığı evliliği, 2. kadının varlığıyla Salih Zeki'den ayrılışı, ordu günleri ve onbaşılığı, Atatürk'le alıp veremedikleri, mandacı mıydı, aşık olmadan Adnan Adıvar'la evlenişi, aşk olmadan başlayan evliliğin dönüştüğü çok kıymetli arkadaşlık, kadın haklarında çaba, bunları yapabilmek için Amerika'ya okumaya gönderdiği oğullarından ayrı kalış, ünlü arkadaşları, pek bilmemesine rağmen ısrarla satranç oynayışı, sürgün yılları, milletvekilliği, kurduğu üniversite kürsüsü, sözünü sakınmaması... Benim açımdan ince ince çalışılmış çok çok doyurucu bir kitaptı.

Ortaokul yıllarımda Zeyno'nun oğlunu okumuştum. Emzirirken Kalp Ağrısı, Sinekli Bakkal, tekrar Zeyno'nun oğlu hiç fena gitmez sanırım.

doyamadım iyi bir biyografi okumaya. Rosa Lüxemburg biyografisi aldım peşi sıra. Sırada okunmayı bekliyor.

Çok işler başaran insanları çok seviyorum. Hele de kadınlarsa daha da çok;)

8 Temmuz 2010 Perşembe

İlişkiler

Erhan Bener'den Oyuncu'yu okuduktan sonra, biraz daha Bener okuması yapmak istedim. İlişkiler hem de Orhan Kemal Roman ödülü almış bir kitap olmasına rağmen, Oyuncu'dan sonra iyi gitmedi. Hani en sevdiğiniz yemeği en son yiyip damağınızda onun tadı kalsın istersiniz ya. Oyuncu'nun tadını silip, kendi sıradan tadını bıraktı.

Muzaffer Bey, karısı Zehra Hanım, oğlu İhsan, yeğen ve yanlarında büyüyen Hümeyra ve arkadaş İhsan Bey'in ilişkilerini bir hastahane odasındaki birkaç gün içerisinde anlatıyor İlişkiler.

Kitabın adı İlişkiler olunca, yazarın Oyuncu'daki karakter yaratma becerisi ön verisiyle belki de çok beklenti içine girdim. Daha derinlikli ilişki analizleri bekledim. Bu anazlileri yakaladığımda genelde oburca okuyorum. Heveslenmem bundandı belki de.

Hele hele kitabın bitiş kısmı bana fazlasıyla, ilkokul temsili görüntüsü çizdi.

Gene kurgu açısından sağlam. Belki de bu sağlamlık nedeniyle daha fazla şaşırtmaca bekliyor, çok sıradan buluyorum bitişi.

Kitapla ilgili övgümse, kadın karakterler genelde siyasi görüşlerini sevgilileriyle kocalarıyla geliştirirler. Bu kitapta ise kadın, oldukça birikimli ve erkek karakterlerin siyasi gelişimlerine katkıda bulunuyor.

1984

Bir hayalgücü ustasının kitabını okudum. Uzun bir zaman diliminde. Başladım. Anne, baba varlığının tadını çıkarmak için ara verdim. Eskişehir'e gidip gelirken masmavi göğe yayılmış beyaz bulutları görmenin keyfi ve kitabın keyfi birbirine karıştı. Ve en sonunda bitirdim 1984'ü. Beğendim. Çok beğendim. Arkadaşımdan ödünç almıştım. Kütüphanemde olmalı dedim.

Orwell'in "The Last Man in Europe", ismiyle yazdığı fakat yayıncısının 1984 olarak ismini değiştirip bastığı kitap. 1949 yılında yazılan kitap, büyük birader ve düşünce polisi gibi kavramların da isim babası.

Tarih tekrar tekrar yazılarak ve dilin içi boşaltılarak, bireyler hiçleştirilmektedir (Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, neler yapmaktasınız?). Ana babasını ihbar eden çocuklar, çocuklarının casusluk yetenekleriyle gurur duyan ana babalar , sürekli kişileri izleyen, gözleyen tele ekranlar, hatta akıldan geçenlerin yüzdeki yansımalarını inceleyen uzmanlar, bir fincan kahveye hasret kalış (pek fena), buharlaşan ve sanki hiç yaşamamış insanlar, iki kere ikinin büyük birader isterse beş edebilmesi...Tüm bunlar olurken hiç uyanmayan proleterya...

Sanal düşmanlar yaratılıyor. Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya ile şavaşıyor. Kimi zaman biriyle kimi zaman diğeriyle. Düşman değiştikçe tüm kaynaklar da hızla değişiyor. İç düşmansa parti karşıtı Kardeşlik Örgütü.

Winston Smith, Doğruluk Bakanlığı'nda özel bir borudan, ona gelen notları eski verilerin ve bilgilerin yerine yazarak tarihi değiştirmektir. Birgün antika eşyalar satan bir dükkandan, yaprakları yumuşacık bir defter (bu yumuşacıki tertemiz defterler hangimizde yazma isteği uyandırmaz ki?) ve mürekkepli kalem alıp, tele ekrandan saklanarak günlük tutmaya başlar. Bunlar yetmez gibi Julia'ya aşık olur. Antika dükkanın üstündeki odaya kiralayıp burada buluşurlar. Tele ekrandan uzak... O'brien'ın da Kardeşlik Örgütü'nden olduğuna inanırlar. O'Brien'in verdiği kitabı okurken, tele ekransız olduğunu sandıkları odada pek çok gerçek ve düşünce polisiyle karşılaşırlar. Yakalanma sonrasında, Sevgi Bakanlığı'nda süren sorgusunda Winston'ın düşüncelerini değiştirirler. Ama duygularını değiştiremediklerini gördüklerinde, meşhur 101 nolu odaya alırlar. En büyük kabusu farelerle baş başa bırakmak üzereyken, beni değil Julia'yı parçalasınlar diyerek, düşüncelerini de teslim eder Winston.

Kitapta hoşuma giden kurgulardan biri de Yenikonuş, parti tarafından geliştirilen bir dil. Kelime haznesi ne kadar geniş olursa düşünce evreni de o kadar geniş olurdan yola çıkarak kelime sayısının azaltılması hedefleniyor yenikonuşta. İyi var ama kötü yok. İyi değil var. Mükemmel, yok çokiyi var.

Bir düşman yarat, dilin ve tarihin içini boşalt, gözle, denetle, yönlendir. Bu kitap 1949'da mı yazılmıştı?

Kitaptan:
SAVAŞ BARIŞTIR ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR BİLGİSİZLİK KUVVETTİR. yazar Okyanusya'nın Bakanlıklarında.

Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler.

Geçmişi denetleyen geleceği, şimdiyi kontrol eden geçmişi kontrol eder

20 Mayıs 2010 Perşembe

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın

Fil Uçuşu'nda, sonrasında da Oray Eğin'in yazısında kitapla ilgili okumuştum. Çok merak ediyordum. Ama elimde bekleyen çok kitap var diye çok da oralı olmuyordum. Ta ki, arkadaşım için verdiğimiz siparişten hemen sonra kütüphane haftası nedeniyle yüklü bir indirim alıp arkadaşımın bir kitabı da sen seç demesini fırsat bilene kadar.

Ödünçcü insan oldum bu ara. Kitaplığımızın giderek genişleyen boyutları ve kitap harcamalarımızın oluşturduğu kalemdeki irilik, bu yöne itiyor beni. Çok beğendiklerimi edinme kararıyla beraber uygulamama devam ediyorum.

Romanda Oskar'ın hikayesinden çok büyükanneli, büyükbabalı bölümlerden etkilendim.

Kitaptan:
"Dünyayı kurtarmak isterdi babam. Öyle biriydi. Ama ailemizi tehlikeye atmazdı. Öyle biriydi. ... O kış saçları beyazlamıştı. Kar sanmıştım ben. Her şeyin iyi olacağına söz vermişti. Çocuktum ama herşeyin iyi olmayacağını biliyordum. Bunu bilmem babamı yalancı yapmadı. Babam yaptı." (s.208).

Kitabın sonu ikiz kulelerden atlayan insan görüntüsüyle son buluyor. Hiç bir zaman insanlar çaresiz kalmasın, kaldıklarını sandıklarında çare sizsiniz diyen yalancı olmayan baba olanlarla karşılaşsınlar.

Kitap sonrası,
Savaş olmasın, hiç bir çocuk babasız kalmasın istiyorum.
Tekrar New York'a gitmek. Central Park'ta dolanmak istiyorum.
Botlarım hiç ağırlaşmasın istiyorum.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Çavdar Tarlasında Çocuklar.

Lise yıllarımda ingilizce dersinde okuduğum bir kitaptı. Salinger'in ölümüyle tekrar okumaya niyetlendim. Derste okurken kitabın Gönülçelen çevirisinin de sınıfta dolaştığını anımsıyorum. Bu çevirinin daha iyi olduğuna ilişkin yorumlar da okudum.
Lakin benim sözlerim Çavdar Tarlasında Çocuklar çevirisi üzerine.

Beynin gücüne bir kez daha inandım. Gereksiz gördüklerini arkalara atıyor. Ama ayıklamıyor. Kaçtır beynim senin disk kapasiten? Kitabı okudukça anımsadım da anımsadım. Hep beynimde ön tarafta tuttuğum ama nerden yerleştirdiğimi bilmediğim, odada tırnak kesme sahnesi ve kahramanın arkadaşına "kesme tırnaklarını gece onlara basmak istemiyorum" uyarısı da bu kitaptan kalmaymış!

Gene dar zamanlı bir kitap, Oyuncu'da da böyleydi. Epi topu bir kaç gününü anladıyor yazar Holden Caulfield'in.

Yazarın kardeşiyle ilişkilerini anlatan kısımlarda çok kendimi buldum.

Kitabın resmi ve arka sayfa yazısı yok. Yazarın kuralıymış. Yazarın diğer kurallarıysa, Doğan Hızlan'ın Hürriyet Gazetesi'ndeki listesine göre şöyle:

"PEKİ onun kitaplarını basabilmek için hangi kurallara uymak gerekiyor? Onun hangi özel koşullarını yerine getireceksiniz? Özel koşul deyince aklınıza kapris gelmesin, Salinger'ın tek derdi metin ile okuru baş başa bırakabilmek.

Nedir bunlar? Okuyalım.

Yazarın adının büyüklüğü, kitabın üzerindeki kitap adının büyüklüğünü geçemez. (Yazarın adına yatırım yapıp kitabı o açıdan satamazsınız.)

Kitabın ön ya da arka kapağına kitabın satışını artırıcı reklam, resim, fotoğraf, yazar fotoğrafı vb. koyamazsınız. Düz bir renk olacak. (Renkli, fotoğraflı albenili kitap kapağı için değil, kitabı metni için almalı okur.)

Kitabın ön ya da arka kapağına, kitabı ya da yazarı övücü bir metni bir yana bırakın, hakkında tek satır bile koyamazsınız. (Yazarın metni değil, arka kapakta satış artırıcı, okur tavlayıcı reklam metni ile okuru kandıramazsınız.)

Kitabın içine yazarın biyografisi, kazandığı ödüller, okuduğu okullar vb. hiçbir bilgi koyamazsınız. (Okur sadece metinle ilgilenmelidir)

Kitabın üzerine kitabın kaçıncı baskı olduğu uyarısı koyamazsınız. (Bestseller bir kitap olduğundan yararlanarak okura ulaşamazsınız.)"


Listeyle de ilişkilendirilebilecek beni etkileyen satırlardan bir örnek: "Olgunlaşmamış bir insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir (s.176)."

Holden kitap boyunca sorup soruşturuyor, Central Parktaki göl donunca ördekler nereye gidiyor diye. Sahi nereye gidiyor ördekler göl donunca?

Şimdi de liselerde bu kadar iyi seçimler yapıyorlar mı acaba?

Kitapta bize anlattıktan sonra Holden şöyle diyor: "Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra".

198 sayfa.

Ahh Türkan ahhh...


Bu okuyup, düzenli yazmadığım için arada kaynayan kitap. Türkan Saylan hiç arada kaynayacak kadın mı sarıçizmeli!

Daha önceki Türkan Saylan kitaplarından sonra, isteksizmiş Ayşe Kulin farklı bir şey yapamama endişesiyle. Sonra Türkan Hanım'In arkadaşı Gökşin'le mektupları ortaya çıkınca yazmaya başlamış kitabı. Beni de okurken bu mektuplaşmalar çok etkiledi.

İnandığı uğurda çabaları sonsuz Türkan Saylan'ı zaten biliyordum da, cüzzamı, cüzzamı yok etmek için yaptıklarını, cüzzamı yenen kadının geleneksel türk erkeği karşısında yenilmesini, oğullarına babalarını kızdırmamaları için verdiği salıkları, eski kocasına taktik oyunlarını, ilk aşkını, aşkın aslında dostluk olduğunu, hastalığının ortaya çıkışında Erkan Topuz'dan tedavi görmesini, iyileşen cüzzam hastalarına iş bulmasını, "gavur" olan annesinin ibadetlerini kitaptan öğrendim.

Oğullarının isimleri Çınar ve Çağlayan. Şimdilerde pek moda olan Çınar ismi yıllar öncesinde çok farklı bir isim. Bazı kadınlar nasıl da güzel başarıyor nadir kullanılan güzel isim bulma işini.

Gider ayak yaşadıkları hep aklımda, yaşadıklarıysa modelim olacak Türkan'ın mekanı cennet olsun.

10 Mart 2010 Çarşamba

Mavi Karanlık

Mavi Karanlık, bir öneri üzerine aklıma not ettiğim, sonra D&R'da yarı fiyatına satılırken aldığım kitap. Başlarda romanın sarması vakit aldı. Ama 2. yarıdaysa sürükledi gitti beni. Türkali'nin Bir Gün Tek Başınası'nı ve Güven'ini okumuştum daha önceleri. Sıralamamda 3. sırayı alır sanırım Mavi Karanlık.
Arka sayfasında yazdıklarını sunmuyor bence roman. Kişiler, aydınlar diyor Türkali. Aydınlar romandaki karakterlerse vay halimize.
"Olayların eksenini; doktora öğrencisi Nergis'in, ölümle tehdit edilen sevgilisi fizik asistanı Korhan'ı ölümden kurtarmak için Bodrum'a getirişi, orada eski sevgilisi Özgür'le karşılaşması oluşturuyor. Nergis - Korhan, Nergis - Özgür ilişkisinin çevresinde, ülkenin içinde bulunduğu durum, 'terör'ün tırmanışı, Bodrum'daki yaşayış ele alınıyor. Ölümün kol gezdiği bir dönemde her sınıftan aydının toplandığı Bodrum sığınağı şöyle çiziliyor: 'Tabaklarla, içki şişeleriyle donanmış masalardaki arkeolog, gazeteci, yazar, öğretme, doktor, mimar, hukukçu, radyocu, televizyoncu, büyük kentler sosyetelerinden kadınlı erkekli bilinen yüzler, türkülü, kahkahalı, gülücüklü, konuşmalı, alkol kokulu, sigara dumanlı bir ortalıkta karman çorman...' Mavi Karanlık, Korhan'la Özgür arasında bocalayan Nergis'in sevdası ekseninde; asıl, aydınlarla halk arasındaki ilişki ve çelişkinin hesaplaşmasının segilendiği bugün de güncelliğini yitirmemiş bir romandır"
Olayların ekseninin aydınlar arasındaki ilişki ve çelişkinin hesaplaşmasında sergilendiğini söylemek de oldukça güç. İlişkilere ara ara değinilmiş diyebiliriz belki. Ama bir kadın ve erkeğin ilişkisinin ve çelişkisinin hesaplaşmasında gelişen olaylar denseydi, tamam budur derdim.
Sunuş ve içerik aynı olmasa da romanı beğendiğimi ifade edebilirim. Türkali'nin dili akıcı, etkili. Bir takım bilgileri aralara serpiştirmesi fevkalade güçlü. Örneğin Hakime Hanım türküsünü yerleştirmiş bir yere, başka bir yere ahtapotun hareketlerini. Karakterler inandırıcı ve sağlam. Hikaye etkileyici. Bunlar için bile okunabilir bu roman.
Bodrum Türkülerinden söz açılmışken , bu türküyü de not etmek istedim. TRT4'de tesadüf ettiğim, sonrasında tekrar dinleyemeyip kendi kendime mırıldandığım türkü.

Karaova’ya vardım güle oynaya,
Aziz arkadaşımı güvey koymaya.
Acımadın mı Murat beni vurmaya,
Al kanlar içinde kabre koymaya.
Vurma Murat yakışmaz senin şanına,
İnsan eniştesinin kıyar mı canına.
Karaova Düğünü gece kuruldu,
Varır varmaz güveyin adı soruldu.
Pehlivanlar meydana çıktı soyundu,
O zaman Hacı Gümüş oğlu vuruldu.
Vurma Murat yakışmaz senin şanına,
İnsan eniştesinin kıyar mı canına

Eldivenler Hikayeler

Murathan Mungan'la Yüksek Topuklarla tanışmıştım. Çok başarılı bulduğum bir romandı. Gözlem gücüne hayret etmiştim. KArakterleri için aaa bu bizim X diyebiliyordum. Sonra Kadından Kentler'i okudum. Beğendim. Eldivenler Hikayeler'i de merak ediyordum. Bir arkadaşımdan ödünç aldım. Bir Eskişehir iş seyahatı sırasında hızlı trende okudum.

Bence en başarılı hikayesi Geçici Kesinlikler'di. Son hikayesi beni bambaşka bir nedenle daha sardı ki, bu bende gizli kalsın, okuyup da merak edip de bana soran olursa söylerim:P

Freud'a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu?

Tekir'in bloğunda görüp edinmiştim kitabı. 2009'da okuduğum sonm kitap. Ama blogda bir türlü günleyememiştim.

Ana babalar kimiz zaman çocuklarını "korumak" ile "her şeye eyvallah" demeyi birbirine karıştırıyorlar(s. 38).

Ana babasını hiç eleştirmeyen bir çocuk onlara yapışır kalır ve büyüyemez (s.39).

Yetişkinlerin koyduğu sınırlar -küçük düşürmemek koşuluyla- çocuğu durdurur ve güven verir (s.40).

Kendi sınırlarını öğrenene kadar çocuğun sınırlanmaya ihtiyacı vardır (s.42).

Kendi hayatını ilgilendiren konularda çocuğa yalan söylemek ona kesinlikle acı verir (s.115).

İtiraz ettiği, herşeye hayır dediği dönem çocuğun gelişmesi için çok önemlidir (s.127).

Ve benim için altın kısım : Çocuğun arkadaş ana babalara değil, yol gösteren yetişkinlere ihtiyacı vardır. Ancak bunun için büyüklerin kendi ergenliklerini atlatmış olmaları gerekir (s.126).

Çocukların çok erken sorumluluk üstlenmelerine izin vermek, onları yüzüsü bırakmak ile eşdeğerdir (s.128).

Okunması faydalı bir eser. Türk kültürünün dışında bir kültürden olaylar aksettirerek açıklamalarını yapıyor. Ama kültür farklı olsa da açıklamalar evrensel...

29 Ocak 2010 Cuma

Aşk ve Oyuncu

Yılbaşı gelmeden günleyecektim sözde. Başarılı olamadım.

Makaleler, makaleler, makaleler. Bu ara bolca okuduklarım.

Arada, romanlar da okumak istiyorum. Aşk ve Oyuncu bu döneme denk geldi.
Çok uzun bir dönemde koşut okudum ikisini.

Mevlana'nın ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün sözünü çok severim. Böyle olmayan insanlar itici gelir bana. Elif Şafak'ta da hep olunmalı diye bir karakter yarattığını, sonra buna uymaya çalıştığını sezerim. Sezgi işte, gerçeklik esas olmasa da etkileyici. Hiç okumaya yeltenmedim ta ki bir arkadaşım bana Siyah Süt'ü hediye edene kadar. Elif Şafak'la Sİyah Süt üzerinden kurulmuş geçinmeye gönlü olmayan bir ilişkimiz vardı. Fakat ortalık pembe, gri Aşk'larla inim inim inlemekteydi. Merak merak merak. Muhabbet bağının ortalarında bir yerde, bahsederken bu meraktan, haberi geldi M.'den bu kitabın bana hediye edileceğinin. Aşk sonrası artık bayramda seyranda ararım ben Elif Şafak'ı, protokol ilişkisi olsa da, uzaktan da olsa kollarım. Bu haftasonu verdiği röportajda Pinhan'dan beri bilenler Aşk'tan sonra keşfedenlere üstten bakıyorlarmış ifadesi vardı, üstten bakabilirler bana sakıncası yok:)) Kitaba ilişkin değerlendirmeleri okuduğumda, dinlediğimde genelde büyük övgü vardı. Yorumlardaki gibi vurulmadım ben bu kitaba. Hele Ella'lı kısımlar çok 2 boyutlu geldi bana. Çok şablon, çok kartondu karakterler. Derinlikleri, benim açımdan inandırıcılıkları yoktu. Şems kısımları içinse bazen ne kadar güzel cümleler kurmuş dedim. Türkçe yazan o olsaydı nasıl olurdu diye düşündüm. Çevirmeniyle ne kadar ortaklaşa çalıştılar merak ettim. İnsan hangi noktada bir başka dili anadilinden öne çıkarır çok düşündüm.

Bir insan başka bir insanı bu kadar muhabbetle nasıl sever? Kendi doğrularından, diğerinin bir bildiği vardır diye nasıl vazgeçer? Vazgeçtikleri zaman Şems ile Mevlana oluyorlar tabiatiyle.

Bu arada benim Aşk'ım Gri:)

Kocaman bir kütüphanem olsun çocukluk hayalimdi, böyle hayali olan biriyle birleşen hayat çeyizden gelen bol kitabı da beraberinde getirdi. Bakınırken çektim aldım o kitaplaradan birini. Erhan Bener, Oyuncu. O kitap da çekti aldı beni içine. Aşk da Oyuncu da, gel gitlerle anlatıyorlar. Ama usta Romancı olmak sanki bu zik zaklara arasında daha dosdoğru beliriyor. Karakterleri çok inandırıcı Bener'in. Burda da bir Aşk öyküsü var. Ah Kerim TUrgut ah, seçemedin birini. Kitap'ta Balıkesir Lisesi'nde geçen bir bölümde var. Balıkesir'in B'si geçince hemen heyecanlanıyorum:)) Ne kadar oynuyoruz, bazen kendimize de mi oynuyoruz. Güzel anlatılmış romanda.